16 Kasım 2011 Çarşamba

SEÇİM SENİN!.. Cem Yağcıoğlu


Ya tüm olana bitene seyirci kalırsın…Ya da başkaldırırsın…Seçim senin!

İnsanı olduğundan farklı resmetmek ya da birimleştirerek birbirinden ayrıştırma, günümüzün emperyal güçlerince oldukça geçerli bir yöntem.

Ne yazık ki, gelişmekte olan ve de henüz gelişmemiş (ne demekse) olan toplumların (siz halkların deyin) yeni yetme aydınları bu emperyal güçlerin uyuşturucu fikirleriyle öyle halvet olmuşlardır ki, gerçekleri bildikleri ve hatta gördükleri halde, tam bir şam şeytanı edasıyla nutuk çekerler.

Geniş halk kitlelerini derin bir uyku halinde tutarak, en üst değerlerin, emperyal güçlerin kültürleriyle özdeş olduğunu söyler ve bu yalanla sonu gelmez bataklığa doğru aymazlık içerisinde sürüklerler.

Sendikalarla işverenlerin ortak olduğu günümüzde Marksizm bitmiştir.. Das Kapital devrini tamamlamıştır. Artık yeni bir açılım, yeni bir sistem kurgusu gerekliliği had safhaya ulaşmıştır.. Sorunlar çeşitlenmiş, kılık değiştirmiş ve umursanmaz olmuştur.

Paylaşım adaletsizliği… Hukuk adaletsizliği…



Sorunlar daha da çeşitlendirilebilir veya şekilsel özellikleri baz alınarak sayıca daha aza da indirilebilir. Ama burada önemli olan, sorunların çeşitliliğinden ziyade, göz önüne alınması gereken, sorunları yaratan nedenler olmalıdır.


Her sorun, aslında arka planında yatan neden kadar önemlidir. Yani ortada bir adaletsizlik varsa, o adaletsizliği ortaya çıkaran etkenler, sorundan önce ele alınmalıdır. Ele alınan etken, ortaya çıkan sorun içerisinde ne kadar pay sahibidir veya sorun aslında bu etkenden dolayı mı doğmuştur? İşte asıl incelenmesi ve açığa çıkarılması gereken bu durumdur.

Kısaca örneklendirmek gerekirse; ekmek çalan çocuk, aç kaldığı için mi çalmaktadır, yoksa baba baskısından dolayı mı eylem içindedir?

Şimdi buradan hareketle, çocuk neden aç kalmıştır, sorusunu sorabiliriz. Aç kalmışsa babanın suçu ne orandadır? Baba çocuğunu aç bıraktıysa düşüncesi, yeni soruları beraberinde getirir. Baba, isteyerek mi, yani bilinçli olarak mı çocuğunu aç bırakmıştır? Ya da kendi de aç kaldığı için mi çocuğu açtır? Cevap bilinçli değil ise, o zaman şu sorunun cevabı aranmalıdır. Baba neden aç kalmıştır? Çalışmadığı için aç kalmışsa cevap değişir, çalışmak için iş bulamadığı içinse, cevap yine değişir.

Bu kısır döngü tüm hayatımızın orta yerinde, ta ilk günden bu yana devinim halindedir. Sorunlara pek fazla çözüm bulamadığımızdan olsa gerek, zenginin malını fakirden korumak için polislik denen mesleği icat etmişizdir (ironi, akl-ı evveller için!).


Ama hiçbir zaman zengin neden zengin, fakir neden fakirdir sorusuna cevap aranmamıştır.

Sahi siz hiç düşündünüz mü? Zengin neden zengindir? Ya da fakir neden fakir? Bazılarınız cevap verir gibi: “Efendim adam çalışıp kazanmış.” Aslında cevap doğru. Fakir? “O da yan gelip yatmış.” Bu da doğru gibi. Ama sadece “gibi…”

Doğru olan tek şey vardır: Çalışmayla çalışmama arasındaki doğru orantı, zenginle fakir arasındaki doğru orantıdan çok daha azdır. Yani, iki insan aynı mesafeyi aynı anda koşmaya başlasa, biri bir diğerine fark atabilir, hatta tur da bindirebilir, ama o mesafeyi koşmadan kazanamaz.


Buradan çıkan sonuç şudur ki; sorun aslında koşuya katılmayan insanların, koşuyu kazanmış muamelesi görmesidir.

Kısaca, adalet ta en başından ve aslında yaradılıştan beri yoktur (dinsel-bilimsel).

Hiçbir şey, bir diğerinin hakkını gasp etmeden onun ilerisine geçemez (Demiyoruz)! Ama diyoruz ki, arada ki fark, insan koşusunun sınırları içersindeki doğal fark değil, aslında ortada fark yokken, fark varmış imajı yaratmaktan geçiyor.

Türkçesi, koşuya katılmayanlar hep birinci geliyor.

İşte sorun burada!

Neden hep birinciler dışarıdan oluyor? Yani kulvar dışından. Duyar gibiyim… “Hakem nerede?” diyorsunuz. Ama soru yanlış. 


Hakem nerede değil, doğrusu; hakem kimden yana?

Çünkü hakemi seçen de o birinciler.

Peki o zaman soralım; kim bu birinciler? Ve neden hep birinciler?


Dinler her insanın eşit doğduğu fikriyle hareket eder. Darwinizm ise; doğal ayrışmadan söz eder. Yani dindar olmanız veya ateist olmanız pek bir şeyi değiştirmez. Dindarsanız; eşit olarak dünyaya geldiğiniz fikrindesinizdir, ama sonra sonra ayrışma başlar ve zengin-fakir sıfatları ile anılırsınız. Güç paradır, yani üretim. Üretimi elinde tutan, tüketeni her şekilde kendine bağımlı kılar (Üretimi; dünya var olduğundan bu yana, o üretime emek veren emekçiler elinde tutamamıştır. Ah o birinciler!). Doğada devam eden evrim sürecinde, ayrışma; nesillerin yok olmasıyla son bulurken, kendimizi ele aldığımızda; gelir adaletsizliği dediğimiz şey ortaya çıkar. Bu da birincileri belirler. Buraya kadar her şey normal.

Aslında bir nevi eşitlik var dersek, pek de abartmış olmayız. Zira siz de birinci olabilirsiniz. Asıl olan birinci olduğunuzda kim olduğunuzdur. Yani derler ya; para insanı değiştirir diye… Duyar gibiyim, bazılarınız; “Ben değişmem” derecesine mırıldanıyorsunuz bile. Ne güzel! Siz belki değişmezsiniz, ama etrafınıza bakın ve kimlerin ne şekilde değiştiğini çok iyi göreceksiniz. Para; bazen bankada uyuklayan kağıtların gücüyken, bazen de bir yerlerde sahip olunan mevkii ya da erk olabilir…

Bu yarışta ilk üçe girmeniz önemli değil. Önemli olan, arkada kalanları bekleyebilme cesaretine sahip olmanızdır. Sonuncuyu bekleyip, onunla çizgiyi geçmeniz size belki büyük ödülü kazandırmaz ama gecenin bir yarısında hiç çekinmeden arayabileceğiniz bir dost kazandırır. Hayatta en büyük ödül dost olsa gerek... Öndekiler gibi kan ter içinde değilim. Bazen bir kır kahvesinde oturup ince belli bardakta çayımı yudumluyorum. Bazen, kulvardan çıkıp çiçeklerimi suluyorum. Ama…

Asla yarıştan kopmayacaksın; ve fakat yarışayım derken, hayatı da es geçmeyeceksin.


Hayatı yaşamak an gibidir. Yaşarsın, biter.


Önemli olan, kendine olan saygını yitirmeden onurluca yaşayabilmektir.

Her daim yarışın içindesindir. Bazen öyle engeller çıkar ki önüne, ya hile yapacaksındır, ya da vakit kaybına katlanacaksındır. Vakit değerlidir, pek çoğumuz vakit kaybetmektense, değer kaybetmeyi göze alabiliriz. Birinci olmanın şartlarından biri budur. Elbette ki tüm birincilerin “değer”siz olduğu fikri çıkmaz buradan, ama genelleme yapabiliriz…

Meselâ…


Birinciler, silah sanayi işinde oldukça iyidirler. Silahlarını satmaları en doğal haklarıdır. İşte burada ikinciler devreye girer. Mesela… Onların görevi savaş çıkarmaktır, birinciler öyle arzu eder çünkü… Gelelim üçüncülere. Onlar da başarılı sayılır aslında. Onların görevi, a- babalarına zemin hazırlamaktır. Bu türler genelde gelişmekte olan ülkelerde iktidarlara taliptirler ve a- babalarının yardımlarıyla renkli devrimler icat ederek iktidara gelirler. Pazarlamacılıkta üzerlerine yoktur. Her şeyi satabilirler, yeter ki paradan haber verin!

Dördüncüler de hiç başarısız sayılmaz. Elde ettikleri derece her ne kadar iktidar olmaya yetmese de; dördüncülük sayesinde bazı köşe başlarını onlar tutar. Mesela kitap yazar, kendi milletine hakaret ederek ödüller alır, sonra da adamım diye etrafta dolanırlar. Bazıları sanatçıdır çoğu zaman. Mesela; Türkiye’de sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi var sanırlar. Bir orada yaşayanlar insan, bir orada yaşayan kız çocukları kız, diğerleri başka bir şey… Bunların arasında önceden çok minik olanları da var, ama sonradan semire semire baykuş olanları da...


İş adamıdır bazıları; hiçbir şey üretmeden habire montaj yapan da onlardır. Global-emperyal-sömürgeci düzenin devleriyle ortaklıklar kuran, kendi halkını “pazar” diye sunan da onlardır.

Beşinciler, altıncılar, vesaireler sistemin içersinde daima yer bulurlar… Çünkü onlar yarışı bitirmişlerdir. Hileyle-hurdayla, yalanla-dolanla, bir şekilde başı tutmuşlardır. Değer dediğimiz kavramı, dereceye girmek için sattıklarından olsa gerek, geride kalanları beklemeden; duşlarını alıp, giyinmişlerdir bile…

Olsun! Onlar sırça köşklerinde ihanete arka çıkarken ve insanlığa dair yüce değerler dillerinden düşmezken, adalet; yargıçların ve savcıların keyfini beklemeden er geç tecelli edecektir. Denge bozulduğunda onun yerini alan yine dengedir. Tıpkı doğumla ölüm gibi!


Yani, ağaçları keserek ormanı bitiremezler. Yakmaları lazım! O zaman da; arta kalan kozalaklarından, yani küllerinden yeni bir orman doğar ve bunu hiçbir güç engelleyemez.

Sen, dereceye girmek için “değer”lerini satma sakın.

Belki herkesin tanıdığı ünlü bir sanatçı veya ünlü bir şovmen (soytarı) ve belki komprador (İŞBİRLİKÇİ) sanayici olamazsın ama; iyi bir baba, anne veya iyi bir evlat olabilirsin. Öyle çılgın bir hayatın olmayabilir, Hayal Kahvesi’ne gitmeden de hayal kurabilirsin…

Gecenin bir yarısı baktığında gökyüzüne, bütün yıldızlar senindir; ister uykundan çalar gecede kalırsın, ister yıldızları sayar uyuyakalırsın…

Seçim senin!

Ya tüm olana bitene seyirci kalırsın…

Ya da başkaldırırsın…


Cem Yağcıoğlu - 27 Kasım 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder